HERKESİN AKŞAMI
Herşey yalnızlıktan…
Durak kalabalık...
İnsanlar evlerine yetişme telaşında... Hüseyin onu itekleyenlere karşı ne yapacağını
bilememenin telaşında!
“İncelikler yüzünden...
Hep incelikler yüzünden mi kaybeder insan! Ben de mi onlar gibi olayım yoksa?
Yanımdakini, önümdekini itekleyip öne geçmeye çalışayım? Yapamam ki... Ben
onlar gibi değilim ki... Sol kolum, sol kolum yok, hatırlayamadığım kadar uzun bir
geçmişten beri...”
……………………………
“Hem ne olacak ki eve bir
saat geç varsam? Bekleyenim mi var! Peki, burada, durakta itişenlerin hepsinin
bi bekleyeni mi var ki; birbirlerinin önüne geçmeyi bu kadar arzuluyorlar? Bu...
Bu başka bir şey olmalı... Bilmiyorum. Bu da diğerlerinin bildiği; benimse
bilmediğim şeylerden biri olsa gerek…”
Hüseyin bu düşüncelere
dalmışken otobüs geldi. Can hıraş kendini içeri attı. (Bunun için birkaç defa
düşme tehlikesi geçirmedi değil!). Şimdi
insanlar bir nebze olsun nefes alabilmişler, ortalık bir dakikalığına olsun
sakinleşebilmişti. Ama çok geçmeden sıra, para uzatma telaşına geldi.
Yine itiş-kakış… Herkes ücretini bir an önce verip, tekrar sakinleşmek istiyordu.
Ama bunun için savaşmak gerek! Hüseyin’inse savaşacak gücü yok.
Arkadan biri Hüseyin’i
ittirdi. Düşecekti neredeyse. Yanındakine zor tutundu. Ters ters baktı adam. “Özür
dilerim” dedi Hüseyin, “düşmemek için”... Sustu. Başını önüne eğdi. Tam bu
sırada, otobüs fren yaptı. Hüseyin bu sefer önündekinin paltosundan tutunmak zorunda
kaldı:
“Yavaş; dikkat etsene biraz!”
“Özür dilerim. Otobüs fren yapınca...”
Hüseyin cümlesini tamamlayamadan,
yaşlıca bir adam atıldı,
“Arkadaşım,
görmüyor musun, adam sakat! İdare etsene biraz!”
“Evet, idare edeceğiz tabii ya. Hepimizin başına
gelebilir!”, diye söze karıştı öteki.
“Hepimiz insanız di mi”
“Aaa
tamam, biz de insanız. Anladık. Uzatmayın. İyi ki iki laf ettik!”, diye çıkıştı
Hüseyin’e kızan adam.
Hüseyin, araya girecek
oldu: “Önemli değil, tamam…” Ama homurdanmaların
arasında sesi pek duyulmadı. Etrafına baktı… Deminden beri konuşanlar, hepsi zaten
susmuşlardı. Onlar meselelerini aralarında halletmişlerdi….
Hüseyin, başı önünde
tamamladı yolculuğu. Başı önünde sokaklardan geçti, eve giden dik yokuşu çıktı.
Yokuştan mı, işten mi, otobüsten mi nedir, eve girdiğinde yorulmuştu. Kanepeye
oturdu. Ellerini önünde kavuşturdu. Pencereye baktı:
“Çok bir şey istemiyorum.
Bir kere, sadece bir kere, aynıyım işte, ben de sizin gibiyim diyeyim. Ama
zaten tam da çok bir şey istemediğin zaman olmaz ya. Hayat olanca kuvvetiyle
duvar olur; dikilir önüne. Oysa benim mucizem o kadar küçük ki… Öyle tastamam
bir mutluluk değil; inanın ki bana değil. O alçakgönüllü mucizem için, Tanrıya,
herkesin Tanrısına, ağaca, camdan
yansıyan güneş ışığına, kaç kere dua ettim! Bütün yüz kaslarımın samimiyetiyle
dedim ki; “Hiçbir zaman her şeyin dört dörtlük olmasını beklemedim ben! Öyle
tastamam, kocaman bir mutluluk istemiyorum”. Hep mütevazı oldum zaten. Küçük
insanların, küçük mutlulukları… Bu kadar basitti hayat benim için. Küçük insan
olmak, sıradan olmak utanılacak bir şey değildi!. Hatta hep aradığım, özlemle
beklediğim, olmak istediğimdi. Çünkü diğerleri gibi olmaktı sıradan olmak. Ne
bir eksik, ne bir fazla... Sizi uzaktan izlemek değil, sizden biri olmak
istedim ben...”
Durdu; yorulmuştu.
Düşünceleri ağır gelmişti ona. Çok hızlılardı. Çaresizliğini yüzüne çarpacak
kadar hızlı...
Kapının zilinin
çalmasıyla; çaresizliğine değil ama aklından geçenlere ara verdi. Bıkkınlıkla kapıya yürüdü.
“Merhaba! Rahatsız etmedim umarım... Ustalar geldi
mi?”
“Ustalar? Haa,
geldiler. Hallettik biz o işi hafta sonu.”
“Biz de memlekete gitmek zorunda kaldık.
İlgilenemedik. Çok özür dileriz gerçekten. Ancak işte hafta sonuna ayarlayabildik
ustaları. Bizim eve de baktılar, artık akıtmaz banyo. Sizin de başınızı
ağrıtmayız artık!”
“Yok, önemli değil, N’olcak.”
“Olsun, olsun. Mahcup olduk size…”
Hüseyin’in o ana kadar fark etmediği
bir poşet uzattı kapıdaki kadın:
“Bu da, memleketten işte. Size de getirelim dedik. O
kadar sıkıntı verdik.”
“Aaa! ... Çok, çok teşekkür ederim!”
“Ne demek! Tekrar özür dileriz. İyi akşamlar!”
“İnsan gülümseyerek de özür dileyebiliyormuş demek ki”
diye geçirdi içinden Hüseyin. “Başını önüne eğmeden. Karşıdakinin yüzüne
bakarak.”
Sonra kendine geldi,
şaşkınlıkla, “İyi akşamlar!” dedi. (Sanki
gözlerinin içi mi gülüyordu o sıra!)
Gülümsemesi geçmiyordu
Hüseyin’in… İnsan olmaklığın gülümsemesiydi bu. Keyifle, mutluluk ağzına, gözlerine
dolarak poşeti açtı. Kızılcık marmeladı… Çocukluğumun kokusu bu… Nerede olsa
tanırım!
…………………………
Koku açık kapıdan uçtu,
ağaçlara, evlerin içine kadar yayıldı, sonra bütün ezilmiş, itilip
kakılmışların gücenmişliklerine, kırılmış kalplerine kondu… İnsan, insan
gülümseyebilsinler diye…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder