RENKLERİNİ KAYBEDEN ŞEHİR
Vakitlerden birinde, şehirlerin birinde Güneş adında küçük
bir çocuk yaşarmış. Çocuğun yanakları al al, gözleri ışık ışıkmış. Aslında bu
şehrin kendisi rengârenkmiş. Yeşilli, morlu ağaçlar süslermiş sokakları.
Parklarda çocuklar oynasın diye turuncudan kırmızıya kaydıraklar, salıncaklar
ve çeşit çeşit oyuncaklar bulunurmuş. Güneş en çok parkları severmiş bu
şehirde. Salıncaklarla göğe yükselir, kaydıraktan kayarken sevinç çığlıkları
atarmış. Ama en çok da parktaki sokak köpekleriyle koşmaca oynamayı severmiş.
Bu şehirde çocukların en iyi dostu, sokak köpekleriymiş.
Gel zaman, git zaman, nereden çıktıkları bilinmez, yüzleri hiç
gülmeyen adamlar gelmişler şehre. Bu
adamlar baştan aşağı kapkara giyiniyormuş. Yüzleri de kıyafetleri gibi
karanlıkmış. Zamanla her yeri sarar olmuşlar; ruhları da yüzleri gibi karanlık
olduğundan her yeri karanlık renklere büründürmüşler. Tüm sokak başlarını, tüm
meydanları, hatta parkları… Güneş en çok
buna üzülüyormuş. Artık parklarda güneşten süzülen ışığı içine çekemiyor;
köpekleri besleyemiyor, onlarla oynayamıyormuş. Bu adamlar sokak köpeklerine de
düşmanmış çünkü. Eskiden, mahallenin çocuklarını toplayıp, sokak köpeklerini de
peşine takıp ailesi onu aramaya çıkana kadar eve gelmiyormuş Güneş. Ama şimdi
bir pencereye hapsolmuş. Penceresinden de sadece gri evleri görebiliyormuş.
Evlerin de renkleri şehre gelen bu adamlar gibi kasvetliymiş. Zaten onlar
geldiğinden beri her şey hızla renklerini yitiriyor; güzelim şehir siyaha ve
griye boyanıyormuş. Herkesin teni, gözleri, kıyafetleri hızla soluyor; herkes
aynı karanlık renklere bürünüyormuş.
Çocuklar hariç… Yalnız çocukların renkleri solmamış. Morlar,
maviler, kırmızılar, yeşiller, sarılar… Bu kasvete inat çeşit çeşit renk… Ama
şehri renklendirmeye, büyüklerin yüreklerini ısıtmaya, onlara neşe olmaya
güçleri yetmiyormuş. Şehri boğucu bir nem gibi kaplayan kasvet her geçen gün
büyüyor, çocukların dışında kimsenin yüzü gülmüyor, herkes birbirine nefretle
bakıyormuş.
Bir sabah penceresinde bir kuş görmüş Güneş. Parıl parıl,
rengârenk bir kuşmuş bu! Güneş çok heyecanlanmış.
“Günaydın” demiş kuşa.
Kuş, “Günaydın!” diye yanıtlamış.
“Ne kadar güzel renklerin var senin!”
Gerçekten de kuşun göz alıcı renkleri varmış. Gövdesi altın
renginde, kanatları ise rengârenkmiş. Mavi, sarı, pembe, mor… İnsanın içini
sevinçle dolduruyormuş bu renkler.
“Teşekkür ederim”
demiş kuş, kanadıyla Güneş’i selamlayarak.
“Ne güzel oldu gelmen” demiş Güneş. “Bu şehirde her şey
kopkoyu. Hâlbuki senin ne kadar canlı renklerin var. Baktıkça içim sevinçle
doluyor.”
Kuş gülümsemiş; “Kim bilir, belki her şey yeniden renklenir”
“Nasıl olacak ki o” diye sormuş Güneş umutsuzlukla.
Kuş:
“Şimdi seninle bir gezintiye çıkacağız” deyip Güneş üstüne
binsin diye eğilmiş.
Güneş ile kuş binaların, ağaçların, parkların, insanların
üzerinden uçmuşlar; şehri seyre koyulmuşlar. Şehrin halini böyle daha açık
gören Güneş çok üzülmüş;
“Ah” demiş kuşa. “Herkes somurtuyor; kimsede neşe
kalmamış.”.
Güneş’in üzülmesine dayanamayan kuş:
“Dur bakalım,” demiş. “Belki değişiverir her şey”.
Kuş yavaş yavaş alçalmış; bir evin damına konmuş. Birden tüm
evler çeşit çeşit renklere boyanmış. Kimisi pembe olmuş, kimisi yeşil, kimi de
sarı... Rengârenk evlerin damlarına leylekler konmuş, beraberlerinde
getirdikleri çalı çırpı ve dallarla yuvalarını yapmaya koyulmuşlar.
Güneş çok heyecanlanmış; bir sevinç çığlığı koparmış.
Kuş gülmüş, kanatlarını biraz daha açmış. Kuşla Güneş sevinçle uçmaya devam etmişler.
Bir parkın üzerine geldiklerinde, kuş alçalmış, kanadıyla kuru bir dala
dokunmuş. Kuşun kanadı dala değer değmez önce kanadın dokunduğu ağaç, sonra tüm
ağaçlar yeşilin her tonuna bürünmüş; çeşit çeşit çiçek açmış; ıhlamurlar,
bademler, kirazlar…
Güneş sevinçle bağırmış:
“Harika!”
“Daha bitmedi ki!” demiş kuş. Ve kanatlarını hızlıca açıp
daha da havalanmış.
Biraz uçtuktan sonra kalabalık bir meydana gelmişler. Kuş
Güneş’e “Sıkı tutun” demiş, sonra kanatlarını hızlı hızlı çırpmaya başlamış.
Daha hızlı, daha hızlı! Etrafı pembeli, morlu, yeşilli bir hale sarmış. Güneş
bir de ne görsün! Bu renk cümbüşü etrafı sardıkça tüm insanların renkleri
ortaya çıkıvermiş. Gözlerinin, saçlarının, tenlerinin rengi… Kimininki kumral,
kiminin sarışın, kimininki esmer… Mavi
gözler, yeşil gözler, kestane gözler, zeytin karası gözler… Kızılın, sarının,
kumralın, siyahın her tonunda saçlar… Bununla da kalmamış; insanların üstleri
başları da çeşit çeşit renge boyanmış. Griler, siyahlar kaybolmuş. İnsanlar
önce şaşkınlıkla birbirlerine bakmışlar, sonra da gülümsemeye başlamışlar. Bir
kadın kırmızı elbisesinin eteklerini tutarak sevinçle etrafında dönüyormuş. Bir
adam mavi şapkasını elinde tutarak mutlulukla gülüyormuş. Neşelenen insanlar birbirleriyle
konuşmaya, sohbet etmeye, şakalaşmaya başlamışlar.
Bu durumdan yalnız şu karanlık adamlar memnun olmamış. Bu
renk cümbüşüne dayanamamışlar. “Bu
renkler bizim gözlerimizi kör edecek” diye konuşmuşlar aralarında. Şehri
kaçarak terk etmişler.
Kuşla Güneş ise mutlu mutlu eve dönmüşler.
“Sevgili arkadaşım” demiş kuş Güneş’e, “Artık bu şehirde
dilediğin gibi gezebilir, parklarda istediğin gibi oynayabilirsin. Fakat şimdi
ayrılma vakti” …
Güneş’in gözleri dolmuş;
“Gitmesen olmaz mı?” diye sormuş.
“Ben şehirlerde yaşayamam ki” diye yanıtlamış kuş. “Benim
evim dağların ardıdır”.
Güneş boynunu bükmüş; “Tekrar gelecek misin?”
Kuş, “Bilmem ki” demiş. “Ama ben gelmesem de siz çocuklar
her sabah güneş doğar doğmaz renk renk dokuyun bu şehri olur mu?”.
Bu kuş, efsanevi Zümrüdüanka kuşuymuş. İyiliksever,
kanatlarının bir dokunuşuyla kötülükleri defeden mucizevi kuş… İnsanları, ama
en çok da çocukları seven Zümrüdüanka kuşu… Bir gün olur siz de onunla
karşılaşırsanız Güneş’ten selam söyleyin olur mu?