Öne Çıkan Yayın

ANNEM HER YERDE

ANNEM HER YERDE                 Günümüz toplumunda ölüm tabu olan konulardan biri. Hem yetişkinler hem çocuklar için. Oysa Avustury...

9 Nisan 2017 Pazar

herkesin akşamı

HERKESİN AKŞAMI
Herşey yalnızlıktan…
Durak kalabalık... İnsanlar evlerine yetişme telaşında... Hüseyin onu itekleyenlere karşı ne yapacağını bilememenin telaşında!
“İncelikler yüzünden... Hep incelikler yüzünden mi kaybeder insan! Ben de mi onlar gibi olayım yoksa? Yanımdakini, önümdekini itekleyip öne geçmeye çalışayım? Yapamam ki... Ben onlar gibi değilim ki... Sol kolum, sol kolum yok, hatırlayamadığım kadar uzun bir geçmişten beri...”
……………………………
“Hem ne olacak ki eve bir saat geç varsam? Bekleyenim mi var! Peki, burada, durakta itişenlerin hepsinin bi bekleyeni mi var ki; birbirlerinin önüne geçmeyi bu kadar arzuluyorlar? Bu... Bu başka bir şey olmalı... Bilmiyorum. Bu da diğerlerinin bildiği; benimse bilmediğim şeylerden biri olsa gerek…”
Hüseyin bu düşüncelere dalmışken otobüs geldi. Can hıraş kendini içeri attı. (Bunun için birkaç defa düşme tehlikesi geçirmedi değil!).  Şimdi insanlar bir nebze olsun nefes alabilmişler, ortalık bir dakikalığına olsun sakinleşebilmişti. Ama çok geçmeden sıra, para uzatma telaşına geldi. Yine itiş-kakış… Herkes ücretini bir an önce verip, tekrar sakinleşmek istiyordu. Ama bunun için savaşmak gerek! Hüseyin’inse savaşacak gücü yok.
Arkadan biri Hüseyin’i ittirdi. Düşecekti neredeyse. Yanındakine zor tutundu. Ters ters baktı adam. “Özür dilerim” dedi Hüseyin, “düşmemek için”... Sustu. Başını önüne eğdi. Tam bu sırada, otobüs fren yaptı. Hüseyin bu sefer önündekinin paltosundan tutunmak zorunda kaldı:
                “Yavaş; dikkat etsene biraz!”
                “Özür dilerim. Otobüs fren yapınca...” 
Hüseyin cümlesini tamamlayamadan, yaşlıca bir adam atıldı,
                “Arkadaşım, görmüyor musun, adam sakat! İdare etsene biraz!”
                “Evet, idare edeceğiz tabii ya. Hepimizin başına gelebilir!”, diye söze karıştı öteki.
                “Hepimiz  insanız di mi”
                “Aaa tamam, biz de insanız. Anladık. Uzatmayın. İyi ki iki laf ettik!”, diye çıkıştı Hüseyin’e kızan adam.
Hüseyin, araya girecek oldu:  “Önemli değil, tamam…” Ama homurdanmaların arasında sesi pek duyulmadı. Etrafına baktı… Deminden beri konuşanlar, hepsi zaten susmuşlardı. Onlar meselelerini aralarında halletmişlerdi….
Hüseyin, başı önünde tamamladı yolculuğu. Başı önünde sokaklardan geçti, eve giden dik yokuşu çıktı. Yokuştan mı, işten mi, otobüsten mi nedir, eve girdiğinde yorulmuştu. Kanepeye oturdu. Ellerini önünde kavuşturdu. Pencereye baktı:
“Çok bir şey istemiyorum. Bir kere, sadece bir kere, aynıyım işte, ben de sizin gibiyim diyeyim. Ama zaten tam da çok bir şey istemediğin zaman olmaz ya. Hayat olanca kuvvetiyle duvar olur; dikilir önüne. Oysa benim mucizem o kadar küçük ki… Öyle tastamam bir mutluluk değil; inanın ki bana değil. O alçakgönüllü mucizem için, Tanrıya, herkesin Tanrısına, ağaca,  camdan yansıyan güneş ışığına, kaç kere dua ettim! Bütün yüz kaslarımın samimiyetiyle dedim ki; “Hiçbir zaman her şeyin dört dörtlük olmasını beklemedim ben! Öyle tastamam, kocaman bir mutluluk istemiyorum”. Hep mütevazı oldum zaten. Küçük insanların, küçük mutlulukları… Bu kadar basitti hayat benim için. Küçük insan olmak, sıradan olmak utanılacak bir şey değildi!. Hatta hep aradığım, özlemle beklediğim, olmak istediğimdi. Çünkü diğerleri gibi olmaktı sıradan olmak. Ne bir eksik, ne bir fazla... Sizi uzaktan izlemek değil, sizden biri olmak istedim ben...”
Durdu; yorulmuştu. Düşünceleri ağır gelmişti ona. Çok hızlılardı. Çaresizliğini yüzüne çarpacak kadar hızlı...
Kapının zilinin çalmasıyla; çaresizliğine değil ama aklından geçenlere ara verdi. Bıkkınlıkla kapıya yürüdü.
                “Merhaba! Rahatsız etmedim umarım... Ustalar geldi mi?”
                 “Ustalar? Haa, geldiler. Hallettik biz o işi hafta sonu.”
                “Biz de memlekete gitmek zorunda kaldık. İlgilenemedik. Çok özür dileriz gerçekten. Ancak işte hafta sonuna ayarlayabildik ustaları. Bizim eve de baktılar, artık akıtmaz banyo. Sizin de başınızı ağrıtmayız artık!”
                “Yok, önemli değil, N’olcak.”
                “Olsun, olsun. Mahcup olduk size…”
 Hüseyin’in o ana kadar fark etmediği bir poşet uzattı kapıdaki kadın:
                “Bu da, memleketten işte. Size de getirelim dedik. O kadar sıkıntı verdik.”
                “Aaa! ... Çok, çok teşekkür ederim!”
                “Ne demek! Tekrar özür dileriz. İyi akşamlar!”
                “İnsan gülümseyerek de özür dileyebiliyormuş demek ki” diye geçirdi içinden Hüseyin. “Başını önüne eğmeden. Karşıdakinin yüzüne bakarak.”
Sonra kendine geldi, şaşkınlıkla,  “İyi akşamlar!” dedi. (Sanki gözlerinin içi mi gülüyordu o sıra!)  
Gülümsemesi geçmiyordu Hüseyin’in… İnsan olmaklığın gülümsemesiydi bu. Keyifle, mutluluk ağzına, gözlerine dolarak poşeti açtı. Kızılcık marmeladı… Çocukluğumun kokusu bu… Nerede olsa tanırım!
…………………………

Koku açık kapıdan uçtu, ağaçlara, evlerin içine kadar yayıldı, sonra bütün ezilmiş, itilip kakılmışların gücenmişliklerine, kırılmış kalplerine kondu… İnsan, insan gülümseyebilsinler diye…


özürlü kadrosu

http://www.kirpiedebiyat.com/ozurlu-kadrosu-omur-kurt/
ÖZÜRLÜ KADROSU
...
Dairenin kapısını yavaşça tıklattı:

                “Gel!”

                “Ben, yeni atandım buraya”, dedi ürkek bir ses.

                Bir yüz, önce Hüseyin’in olmayan kolunu süzdü... Sonra başını kaldırdı:

                “Ha! Şu özürlü kadrosundan…”

Hüseyin yutkundu; duyulur duyulmaz bir sesle;

                “Evet” dedi...

                “Tamam, bir alt kata in. Sol koridorda, en sondaki oda”,

                Eliyle Hüseyin’in olmayan kolunu işaret ediyordu:
               
                “Zaten senin durumun malum diye pek iş olmayan bir yere verdik seni. Rahat edersin… Bekir Bey n’apacağını gösterir sana”.

Hüseyin baktı... Karşıdaki çoktan bilgisayar ekranına dalıp gitmişti bile...

...

                “Sol koridorda, en sondaki oda...”

Kapıyı yavaşça tıklattı. Ses yok. Yine tıklattı. Bu sefer biraz daha sert. Gene ses yok. Bekledi... En sonunda tedirginlikle açtı kapıyı.. Odada kimse yok… İki masa... Biri duvar kenarında, arkasında eski bir koltuk… Köşede metal bir dolap… Alabildiğine gri... Diğeri pencere kenarında… Büyük, geeeniş; arkasında siyah deri koltuk.  Afilli bir müdür takımı, altın rengi, pirinçten...

Hüseyin’in gözleri masadaki takvime takıldı bir an... Saatli maarif takvimi...  Namaz saatleri, günlük yemek listesi, bugün doğan çocuklar için kız, erkek isimleri...

“Bizim evde de vardı bunlardan!” Gülümsedi, “Hangi evde yoktu ki!”

Yavaşça takvim yapraklarını karıştırmaya başladı…  8 Kasım… Kız için Zeynep, erkek için Hüseyin... Bir kahkaha attı: “Sonunda birileri hatırlamış beni” dedi; dışından…
...
Kapı tokmağının çevrilişi... Hüseyin irkildi birden… Karşısında ona “Kimsin,” der gibi dik dik bakan bir yüz; önce olmayan koluna, sonra Hüseyin’in kendisine...

                “Ben, yeni atandım buraya.”

                “Haa, tamam! Şu özürlü kadrosundan...”

Hüseyin yutkundu. Duyulur duyulmaz bir sesle,

                “Evet”, dedi; “evet”...

“ Osman Bey mi gönderdi seni?”

……..

“Müdür beyi diyorum ya!”

Hüseyin’in sararmış yüzüne birkaç saniye bakıp cevap vermesini beklemeden devam etti:

“Şu soldaki masa senin. Geç, otur… Masa başı işi verdik sana. Pek bir şey yapmayacaksın. Fazla gelen giden olmaz zaten buraya. Birkaç evrağa, mevrağa damga basacaksın; o kadar. Evrak dosyası şu köşedeki dolapta. Ha, evrakları almakta, çıkarmakta falan zorlanırsın ya da iş yoğun olur; kaygılanma. Yardımcı oluruz biz sana… “

Duvarlar beyaz…  Hüseyin’in yüzü bembeyaz… Bekir Bey’in dudaklarında bir gülümseme:

                “Hadi gene iyisin, bir önceki amirler, şefler falan öyle pek halden anlamazlardı… İki ay önce başka yere atandılar.”

                Bir kahkaha takip etti gülümsemeyi:

                “Demek senin şansına tayin olmuşlar!”

                Hüseyin yutkundu… Teşekkür etmesini mi bekliyorlar! Ya da, hiçbir şey beklemiyorlar…

                “Valla gene şanslısın, Allahtan sol kolun yok. Gene iyi! Şükret valla! İyi bir yere de düştün! Burada herkes idare eder seni… Merak etme…”

Boğulacak gibi oldu Hüseyin. Nefes alabilmek için midir nedir, yoksa o esnada gözüne bir parça kış güneşi vurduğundan mı; itiraz edecek oldu bir an: “İdare etmeyin ki beni. Ben fazla bir şey istemiyorum! Hakkım neyse o yani...”

Böyle mi kurardı cümleyi Hüseyin, bilinmez…  Ama sustu… Başını önüne eğdi, olmayan koluna baktı… Şükretmedi, yutkundu, sadece yutkundu…   


Karşıdaki ise, çoktan önündeki işe dalmıştı…